21 Aralık 2011 Çarşamba

Bu Sınav Meselesini Duyunca Anam?

Ama gitmez olaydım keşke!?



Bu Sınav Meselesini Duyunca Anam?

Varıyor, durumu anlatıyorum anama. Sevineceğini falan sanıyorum. Lakin anam küplere biniyor.
“Olmaz” diyor da “olmaz!”
Mahmut Efendi de yanında. Fakat O konuşmuyor. Sadece tomsarıyor! Şimdi daha iyi anlıyorum: Maşa varken neden yaksın elini. İşte Anam bir güzel yapıyor gereğini. Güzel okutmuş hani. Hoca efendi…

“İyi de ne olmaz; neden olamaz?”
“Okuyamazsın Ora’da!” diyor anam! “Senin kimsen yok!”
Söze bak; hizaya gel Mehmet! Aklını da başına al!
Ancak nerede bende o kafa.
“Ya Hu! Ne demek senin kimsen yok?”
“Kimsem yok da, sen kimsin?” desen ya, ey kafa!
“Madem sen kimsem değilsin; öyleyse bu işlere ne karışırsın?” desen ya, a kafa!
Madem kimsemin olmadığında ısrarcı; derhal terk etsen ya orayı, a kafa!

Ancak Anama karşı bende ne bunları kavrayacak ne kafa var, ne yürek, ne de tıynet!
Ben O’nu seviyorum. Çünkü özlüyorum. Öldürse de seslenmiyorum. Hakkında olumsuz düşünemiyorum. O ne kadar olumsuz dese de anlamıyorum. İllâ işin bir olumlu yönünü buluyor, oradan bakıyorum. Aptalca ve salakça…
Ta ki iş işten geçene dek!
İşte bu da bir başka ahmaklık!

Benim kafa var ya, benim kafa?
Okuyup adam olacak;
O’nu içinde bulunduğu zorluktan çıkaracak.
Sanki çıkmak isteyen varmış gibi.
Ben almak değil, vermek derdindeyim.
Onları “veremez, yazık” bilmekteyim.
Ve zaten bir şey beklememekteyim!
Gel anlat ancak…!
Sen de anla oğlum; be salak!

Demek isterim ki:
Ben ne düşünüyorum; onlar neyi?
Ben okuyup kendimi kurtarmayı başta onlar olmak üzere aklımca elimin erdiği herkese yardımcı olmayı…
Onlar ise bir yolunu bulup aralaşmalı…. Gerekirse sendekini senden zorla almayı.

Ki bu anlamda, hayatım boyunca kimseyi dışlayıp uzaklaştırmaya çalışmadım kendimden! Herkese yararlı olmaya çalıştım. Hayat felsefem budur. Almaya değil, vermeye odaklı bir anlayış… Elimden geldiğince yani...
Adam harcamadım. Kimseye almak için yanaşmadım. Tüm derdim vermek, verebilmekti. Becerebildiğimce… Ve sadece iyilik etmeye çalıştım; tutup kaldırmaya elimden geldiğince…
Ancak bu konuda yetirince başarılı olamadım.
Ve önemli bir hakta yaptım bu alanda.
Moralimi gereğince yüksek tutamadım.
Bazen bağırıp çığırdım. Lâkin derdim kovalamak değil, iyiye güzele doğru bir yol aralamaktı her zaman. Ancak bunları aleyhime kullanan çok oldu elbet. Herkes işin derinine inmiyor yüzeysel kalıyordu çoğu zaman. Bir de çıkarcı oluyordu insan. Bilerek suiistimal ediyordu görünen ham görüntüyü. İşene geldiğince, çakarına uydurabildiğince yani.
Beni aşağı asılan şeyleri gördüğüm halde tutup onları ayıklayamadım bir bir! Hatta ayıkladıklarımda da isabet edemedim. Bu tarz konumlarda, saflığım hep bağladı aklımı.
Ve hep ayaklarıma çalı oldu onlar, olaylar ve olgular…
Kendimce seçtiğim bu halka ve hakka hizmet yolunda yani… Bırakın başkalarını kurtarmayı Kendim debelenip kaldım çoğu zaman. Ve kendi terimde boğuldum adeta.
Ancak yine de haksızlık etmeyelim; tamamen de beceriksiz değilim hani? Nice yükler kaldırdım yerinden. Ancak verdiklerim hep kendimdendi; kendi öz nefsimden!
Eh; bilene…
Eh…! Allah biliyor…
Fakat kul, kul da bilsin istiyor doğruyu yine de.
Pek hoş değil haksız eleştiriler de!
Hele maruz kalınan haksız iftira ve sövülmeler…

            *****************

Anlatıyorum: “Ya Hu…! Kimseye ihtiyacım yok benim! Beni devlet okutacak!”
“Yine de olmaz!” diyor Anam!? “Sana cep harçlığı lazım; onu kim yollayacak?”
“Hem söyle bakalım; okuyup da ne olacak?!”
“Cep harçlığımı dahi verenin olmayacağını” söylemesine karşılık tutup sende: “O kuşaklarınıza sardığınız 45 - 50 bin lira miras parası nereye gitti? Ne halt ettiniz onları? Ya da ne halt edeceksiniz?” desen kabahat senin olur!
 Ancak ne böyle bir laf söylerim, ne de söyledim!
Böyle bir beklenti için ne de eğinti ederim!
Etmedim de.
Allah yeter bana. Yetti de…
Karşımdaki anamsa da!

Hızını alamayıp daha da ileri gidiyor Anam!
“Sen okuyamazsın zaten!” buyuruyor.
“Nuralı’nın (babam) tohumuymuşum ben!”
“Senden adam olmaz!” diyor!
İyi de…? Ne olmuş Nuralı ise?
Kadın Nuralı’yı beğenmiyor….
Anladık da, bana ne?
Ama gel, anlat sen O’na?

Sadece o gün mü?
Bu meseleyi her yerde çıkarıyor karşıma.
Olur olmaz zamanlarda ve olur olmazların yanında.
Daima babamı kınıyor, oradan hareketle de beni....
Demediğini bırakmıyor… Özellikle “kötü tohum olmuşluğumu” iyice anlatıyor! İşte asıl bunu güzel vurguluyor… Doğrusu, beni hep yarılıyor…. Çok çok yaralıyor… Özellikle o gün…
Hem de Oradan oğlu Veysel’in evlendirilişinde.
Onca misafirin yanında … Üstelik de onlara… Onlara anlatıyor onlara… Suçum da Veysel’e destek vermek. Suça bak suça…!
Vallahi aklım başımda değildi. O günkü kınamalarını kaldıramıyordum. Nihayet ben de bir delikanlı idim. 
Bu yüzden resmen öldürecektim o defasında Anamı. Ana katili olacaktım neredeyse. Bereket korudu Rabbim ikimizi de!
Daldım içeriye. Aklım gırtlağına takılı… Mutla basıp keseceğim bu sesi.
Bereket mani oldular. Ben de uzaklaşıp gittim.

Aslında bu konu ve anlamda Analığım da yaraladı beni. Ne var ki Analığımın yaralaması daha hafifti. Çünkü O’nun saldırıları direkt bana yönelmiyordu. Bizzat babamın kendisine dönüktü. Üstelik de Anamınkiler kadar hoyrat değildi. Yine de gözümün önünde cereyan eden bu horlayıcı tutum da hoşuma gitmiyordu. Ve yaralıyordu beni.
Anamınkiler, kendi anam olması hasebiyle daha da ağır geliyordu esasen bana.

            *****************

Zaten hiçbir zaman bir halta benzetmiyor Anam beni! Ve hiç de güvenmiyor. Ancak ben buna daima katlanıyor, sürekli kendimi aksi yönde ispat külfetiyle karşı karşıya kalıyorum.
Ah, salak kafam…!?
Ne zorluklar çektin bu yönden!

            *****************

Geçelim:
“Sen öyle diyorsun ama; bak sınavı kazanmışız!?” Hem de önemli bir sınav! 4 vilayetin çocukları arasında ilk 500’ e girmişiz.?
 “Olsun!” diyor, “körün kayası…” Denk gelmiş yani.
Bu da olacak iş mi?
Hiç Anamın bu lafına itimat edilir mi?

“Kesinlikle Ereğil’e gitme boşuna; sen kanamazsın!” buyuruyor!
“Kazansan da okuyamazsın!” “beceremezsin sen oraları; salaksın!”
Evet; doğru söylüyor Anam! Salak yanımı biliyor ve kullanıyor! Hatta hep o harekete geçiriyor!
Ya hu bu Anamın bilgisi mi bu, yoksa daha iyi bir bildiği mi var?
Art niyet; arka plan…?
Mesela, Mahmut Hoca’dan okunan…?
Anam çok ilerdi gidince “iyi çocuk” rolüne soyunan…?
Bunlar hiç aklıma gelmiyor o sıra
Hatta düşünmesi bile….
Öyle ya, karşındaki en sevdiğin Ana!
Fakat O oynatan varya?
İşte O’nda her numara…?

Bir ömür boyu kavrayamadım bunu da!
Belki kavramak istemedin; bilmiyorum!

Sanırsın ki seni düşünüyor ve senin için bir iş becerecek!
Ve hemen buluyor o işi de!
“Seni” diyor, “ben tornacıya vereceğim Konya’da!”
Ve ekliyor: “Bundan üstün meslek yok dünyada.”
Allah, Allah…! Bu da ne acaba?
Hayatta ilk kez duyuyorum adını. Hem tornacıyı, hem de Anamın bu tarz düşündüğünü. Hep aklında mıydı acaba? Peki niçin açık etmedi bunca zaman bana?
Ulan oğlum anla işte; numara yapıyor, numara…
Kim bilir kaçındığı, kaç para…
Tornacılığı bilmesem, anlamasam da belli; bir meslek işte. Belki de güzel bir meslek. Nerede kalınır, nasıl olunur ancak? Belki ağa yanında çırak durulur. Bedel gibi yani. Zaten yapan vardı öyle. Hem Anam değil mi? Vardı muhakkak bir bildiği ve benim için bir düşündüğü…!?
Bu ve nice çelişik sorular ortadayken, ben salak hala Anamın iyi niyetine inanıyordum o aşamada. Ve dert anlatmaya çalışıyordum yine de.
Bu torna işini ciddi ciddi düşünüyorum salakça
Ulan çocuk; aklını başına topla.
Ereğli’ye sınava gidilmemek olmaz!
Kazamazsan ne alâ; bu torna işini o zaman al gündeme.

            *****************

Şimdilerde daha iyi düşünüyorum da.
Bu Anam var ya bu Anam…!
Ta İzmir’e göçecekleri zaman bizim köydeki tarlalarını bahçelerini, bağ ve arpalıklarını tamamen satmıştı. Hem kendisinin, hem de Fatma Ebeminkileri… Cebine de 45-50 bin lira para katmıştı. Ne büyük paraydı bilseniz o zaman o para!? Ancak gözü olanın gözü çıksın kendi adıma!
Benim aradığım para değil ki; Ana…!

Sonradan fark ettiğime göre satılmayan, işe yaramaz ufak bir parça bağ ile, iki parça tarla kalmıştı. Bizim oralarda, taşınmazların iyi para ettiği o yıllarda bile satılmamıştı parçalar.
Öyle imiş yani. Bildiğim yok o zaman.
Sanırım ilkokul 1. sınıfa başlayacağım yıl idi o yıl. Sene 1961’in güzü. Artık İzmir’e gidecek. İşlerine dair Bizim Köydeki son kırıntılarını temizliyor. Ora’ya gelmiş. Beni yanına çağırttı. Gittim. “Kendilerinin artık buradan göçüyor olduklarını, bir arada olamayacağımızı, Bu kalan taşınmazları, benim ilerideki mal hakkım olarak bana bırakabileceğini, ancak bu konuyu babamla görüşmemi , eğer babam kabul ederse bir senet yaparak bu işi kesin bir çözüme bağlayacağını” söyledi.
Ay…!
Ben havalara uçuyorum sevinçten.
“Anam bana tarla ve bağ veriyor. Bu yaşta tarlam ve bağım olacak!”
Koşarak, sevinçle Babama geldim. Durumu söyledim. Babam yarı küfürlü konuştu. “Utanmazlar mıymış?” Onca parayı ceplerine atıp seni bir hiç ile çırak çıkaracaklar. Adı da, sen hakkını vermiş olacaklar. Alemin akıllısı onlar mıymış? Dedi ve devamla: “Alsınlar da başlarına çalsınlar mallarını; senin onlara  ihtiyacın yok!” dedi ta o zaman. Dedi demesine de ben pek bir şey anlayamadım.
Gerçi ondan sonraki yıllarda 2- 3 sene kadar bahse konu bağı kendim budadım! üzümlerini serdim; kuruttum, topladım. Dedem pazarda satıverdi. ben de harçlık edindim. Bu arada, kurudu o bağ da!

Ttttttttttttttttttttttt
Mmmmmmmmmmmmmm
Mmmmmmmsssssssssss
“Çanakçı” dediğimiz yerdeydi bu bağ. Burada Hamdi  teyinlerini anlatT
kkkkkkkkkkk
şşşşşşşşşşşşş
bbbbbbbbbbbb


Şimdi düşünüyorum da Anam aslında açık konuyor:
Bir evlilik yapmış, yeni bir düzen tutmuş kendine. Bir de oğlu var zaten o sıra. Yeni doğurmuş. Veysel! Ölen Ağabey’inin adını koymuş. Onu çok beğeniyor. “Mahmut Efendi’nin tohumu” diye, yere göğe sığdıramıyor. Hatta hiç tanımadığı kendi babası Delimam’ın tüm erdemlerini de On’da görüyor. Ve sürekli böbürleniyor. Belki de kendini kandırıyor.
Anlasan ya aptal kafam!
Kadının kurduğu bu düzen de sana yer yok. Sen plân dışısın. Varlığın dengeleri bozuyor.  Açıkça seni diskalifiye etmenin yollarını arıyor adamlar. Bu işin baş hoca da, aslan kocası zaten! Mahmut Efendi!
Anla, ve ona göre davran!
Fakat ben bir türlü bunu kavramıyor, kavramak istemiyorum.
Ve sanırım Anamı ikilemde bırakıyor, sürekli zora sokuyorum.
Salak adam, anla ve ayır yolunu! Olsun bitsin!

            ****************

Defalarca demedi mi sana?
“Seninle biz yolları ayırdık!” diye!
Anla; anla be adam, anlasan ya?!
Onları düşüneceğine, oralardan sıcak bir kapı arayacağına, çekil kenara, kendini düşün! Kendine bir iyilik yap; a salak adam!
Sen Ana arıyorsun; alem para…
Hele başındaki koca denilen fukara.
Tırsıyorsun ama;
Yumuşak tükürme; zarar olur sakala!
            Ancak yapamadık.
Etrafımızdaki manevi baskı ile oluşan girdapları kıramadık.
Bu hususta kimseden yardım ve destek de alamadık!
Eh; bu da bir şans!

            *****************

Bak sen şu işe. İşimizdeki gidişe…?!
Anam, Analığımdan da cevval çıkıyor. Belki asıl kuvvet arkada bekliyor. Plân kurucu, tezgah açıcı, siyaset yapıcı ve okuyup, üfleyici…
Bereket babam destek veriyor bana. Yoksa ne okuması? O da ne?

Bu tarz ve daha nice katmerli manevi türden baskılar, beyin yıkamalar, yanlış bilgi ve bilinçlenmeler, çevredeki sosyokültürel değerlerle birleşen aklımın o saf yanı var ya...?! Beni çıkmaza sokardı mutlaka! Ve Okul’a falan  gidemezdim. Babamın o günkü desteği ve “herifliği” olmasa… Bereket o vardı. Mutlaka bu da Allah’tandı. Bunun böyle olması, sorumluluk sahiplerinin sorumluluktan kurtulmasını sağlamazdı.
Nitekim 17 – 18’li yaşlarımda da karşılaştım benzeri bir durumla.
Bir yuva özlemiyle yanan ben, bir an önce kendi sevdamla yanmak isterken…? Olamadı. Engel vardı. Engel bizzat bizimkilerdi.
Buna da karşı dikilmişlerdi hem analığım hem de daha şiddetle Anam. Arkasında da Mahmut Efendi Hocam(!) Hocalarda okuyasıca… Okuttu hepimizi vallahi. Her nabza uygun şerbet ile uyuttu billahi. Anam ise bir numaralı askeri ve en büyük silâhı. Herkesten baskın çıktı tillahi.

Hanife Ebem bir yıl kadar önce ölmüştü.
Babam mı? Çoğu zaman olduğu gibi özellikle bu defa tam bir  etkisiz elamandı. Ve kesinlikle geriden davrandı. Ne beni anladı, ne destek verdi. Hattâ sessizliği ve kıvırtmasıyla bu işleri asıl O çanakladı.

Bu defa başımdaki, kendi evlenme davamdı.
Nice manevi zulümlere maruz kaldığımı anlatamam bu olayla ilgili. Bilemem, belki de ben büyüttüm! Ne var ki aşabilirliğim ortadayken ben aşamadım o gün. Konunun detaları lazım değil. Üstelik bu satırlar o konunun yeri de değil.
Üç kuruş para geçecek ya elime?
Hiç kaptırıl mıyım aleme, ele!?
Durum bu; bu para başıma belâ!
Uzatmayalım;
Kesinlikle istemediğim bir evliliğe sürüklendim bu arada. Aklım başımda değildi, bu konuda yoğun saldırılar nedeniyle.. Bunalımlardaydım. Çıkamazlardaydım. Ve yalnızlarda... Koyup kaçamadım. Yalnız kalmaktan korktum.
Bir kuş kadar bile aklım yok imiş. Bu tür konularda, yani kız istemelerinde; “Senin anan baban nerede?” diye sorulmanın ezikliğini atamadım üzerimden. Boyun eğdim ortamdaki baskıya. Cehaletime verin! Satirikliğime ve kafasızlığıma... Bir de yalnızlığıma… Bu alandaki güvensizliğime…
Yandı başım…
Yandı ciğerlerim; yanmada… Yuvarladım uçurumlara; yuvarlanmada…
Alışmaya çok çabaladım. Çabalamak ne kelime, ayrılığın yolunu kesinlikle kapadım güya.  Ama başaramadım. Taşırım sandım; taşıyamadım. Olmadı; taşıyamadım. Buna ortam da elvermedi. Kısa keselim; İstenmedik aş; hem karın ağrıttı  hem baş…
Öylesine cahilim ki, kaşla göz arasında 3 oğlan sahibi oldum. 1-3-5 yaşlarındaydılar ki analarından artık ayrıldım. Çocukları kendi başıma kendim sırtlandım. Şükür, elimden geleni yaptım. Becerebildiğimce okuttum ve önlerine iyi kötü birer ekmek kattım. Topluma faydalı insanlar yaptım. Ne zor şartlar altında… Sırf kendi emeğim ve kendi çabamla… Ve kan emeklerimle acılarımın arasında. Ancak görevimdi; şükür tamaldım!
Tüm emeğimi bu yola verdim. Onlar aksine direndi; ben ısrar ettim. Sanırım ilişkileri özellikle işte bu ısrar gerdi.

Sevdamın peşinden de koştum bu arada. Ancak hep seraplara yaslandım. Çocukları dışlamadığım gibi kimseyle de dışlatmadım. Peşlerini asla bırakmadım. Çok tatlı davranmaya fırsat ve mecal bulamadıysam da asla uçurumlara atmadım. Kendi atıldığım uçurumlara yanı.
Hele hele, kendi çıkarımın gerisine onların çıkarını hiç mi hiç koymadım. Kendimi attım heder ve kedere, onları atmadım. Atmak ne kelime? Mutlaka kaptım.  İstedikleri zaman güvenle girebilecekleri bir kapı ile, dilediklerinde hayat mataralarına su doldurabilecekleri bir musluğu daima açık tuttum. Ne bedellerle… Ne bedellerle… Bunları söylüyorum; çünkü tam tersiyle suçlanıyorum. Bir bilene…
Hattâ Onlara sahip olabilip, istikballerini temin bakımından yapmış olduğum sonraki evliliği de terk etmek zorunda kaldım. Sokağa bırakamazdım çünkü onları. Ve oynayamazdım istikballeri ile. Gel gör ki ve fakat ne çare ki: Bu terkle geride bir de kız evlât bıraktım. Bıraktım ama Annesine. Annesinin tek çocuğudur. Eh Annesi öğretmendi. Gerçekten de müteşekkirim ki kızımın iyi yetişmesi için elinden gelen ve kendi bildiği her gayreti gösterdi. Onun yetersiz ve yanlış kaldığı noktaları da ben tamamladım elimden geldiğince. Ve elimden gelen her türlü destek ve katkıyı vermeye çabaladım böylece. Ancak Ne çare ki; O’nun da boynunu bükmüş oldum girdaplı bu yolda.
Şimdilerde Fakülte’de O da. Allah tutusun elinden! Ve eksikliğimizi göstermesin kendi fazlından! 

Yalnız bir konu daha var ki;  anlatmadan geçemeyeceğim bununla bağlantılı olarak:
Daha sonraki yıllarda yaptığım bir başka evliliği de bu kızımın Annesine kurban verdim belki. Bu çocuğa olan düşkünlüğümle zaaflarımı sürekli kullandı da…. Ve hatta kızı mı da maşa…
Eh, işin aslı; bende yerine oturmayan mankafa…
Belki de uzlaşmaz işler… Hepsi de bir arada…
Kahroldum gitti o çelişkiler yumağında.
“İnek almaz; dana emmez” de…!?

Dolayısıyla içine düştüğüm kendi girdabımdan ise asla çıkamadım. Onca emeğim kurtarmadı gerisini. Bu üç oğlanın anasından ayrılışımın hemen sonrasında, hem onlara bakıp, hem okuduğum okumaklar ve yeni edindiğim meslek bile…
Yani O Hukuk Fakültesi de…
Kazandıklarım mı? Hepsi onlara hediye…
Sonunda emekli ikramiyem kaldı elime!

            **************

Yeri gelmişken söyleyeyim ki ülkedeki yargısal ortama da intibak edemedim ben. İlki 10, diğeri 3 yıl süren iki ayrı Avukatlık bürosu açtıysam da kapattım. Pek sevmedim yani,. Benim tarzım değildi. Hem meslek; hem ortam…
Öyle ya: Bu işe bulaşmadan; “vatan, millet, Sakarya” sanırdım! Mahkemelere bakar, aldanırdım. Gördüm ki; hak yerinde hak getire hakkı… Çoğunun işi katakülle… Hatır gönül işi… Ahbap çavuş ve bir kısım çıkar ilişkisi…
Bu sözümüz elbet erdem sahiplerine değildir. Hem orada, hem her yerdekilere yani… Özellikle o güçlü ve dirayetli hukukçulara… Ancak ben onlar kadar güçlü olamadım. Belki buna fırsat bulamadım; kendi dünyamda ve şartlarımda… İşte direnemedim. Direnemedim işte.
Nihayet ortama intibak edemedim.
En olmaması gereken yerde dönen çarklara… Çıkarlara, çıkarcılıklara… Özellikle onlara yani…
Bir de şu var?
“Kazan yanına varma kara bulaşır” demişler. Ve pek güzel söylemişler… Kazan ise hep adliye çevresinde dolaşır. Bilene… Bilip de temiz kalabilene…

Gözünü seveyim ben öğretmenliğin…
Parayla pulla falan ölçülür mü O’nun değeri…
Bırak gerisini…!
Kirlenmek isteyen bile kirlenemez okul ortamında…
Bırak sen, bırak başkaca lafı geri….

            ******************

Babama tek kırgınlığım bu işte bu noktadandır. Bir “heriflik” de ilk evleneceğim sıralarda yapabilse kesinlikle bu girdaba girmezdim. Desteğe muhtaçtım. Bir dal bulabilseydim eğer tutunmaya…? Mutlaka yarar çıkardım şartları. Bu dalı çok, ama çok arandım. Lakin asla bulamadım. Özellikle o aşamada. 17 yaşımın çocukluğu ve o bunalımlı ortamlarda. Tam yerinde ve tam zamanında. Daha düşmeden uçurumların kenarında.
Dediğim gibi Hanife Ebem de gitmişti. Bari O sağ olaydı ya?! Mutlaka yanına sığınırdım. En azında kendimi o yoğun manevi saldırılardan kollardım kendimi. Nihayetin de toparlar, toplanırdım. Hey hat…! Ebem gitmişti. Buna da fırsat bulamadım.
 
Durum bu olduğu halde babam asla beni anlamadı. Derdimin ne olduğunu da kavramadı. Hassasiyetlerimi, duyarlılıklarımı, kırılmışlıklarımı, yaralarımı, acılarımı, umutlarımı, dünyaya nereden baktığımı bilmedi; bilemedi. Halâ da bilmez.
Eh, Babam da işte böyle bir adamdı. “Allah’ın adamı” dedikleri türden. Ama Babam iyi adamdı. Allah ona da uzun ve hayırlı ömürler versin. Rabbim çektiğim onca acıyı ahrette kefaret etsin O’na da bana da… Ve hepsine hepimize…!  Tüm kusurlarımıza… Onunkilere de benimkilere de

Bazı tanıyanlar beni; “kendi adıma hiç bir şey yaşamadığımı”, bazıları da “kendi kendimi hem harcadığımı, hem harcattığımı” söylerler. Bunda gerçeklik payı çoktur.
Dediğim gibi; durum bu olunca evlenip boşanmalarım olsa da yurdum yuvam olmadı; olamadı pek!
Tutmadı, tutamadım, yurt ve yuva yani.
Duyurulur; acısını bilenlere…!

Kim onu diyorsa; yazıklar olsun ona! Ve bunu diyene!
“Kendi sevdamda gezmişim; bilmem neyimin sevdasında…”
Bu anlamda hiç bir sevdam olmadı.
Gönlümün istediğini yapamadım; yapmadım da hiç.
Halin gereği neyse onu yaptım, ona katlandım.

Kim demiş ki onu? Yazıklar olsun ona!
“Evlat” olsun, “avrat” olsun kimseyi harcamadım.
Yazıklar olsun bunu diyenlere…
Harcadıysam kendimi harcadım.
Harcanmaktan korunup kurtulan yanlarımı.

Asla iyi niyet ve merhametten ayrılmadım.
Hak gördüğüm yerden ve işin icabından kesinlikle kıvrılmadım.
Ne var ki bu kadar becerdim.
Daha iyisini becerebilen beriye gelsin!
Laf söylemeyi bıraksın! Hem bu iş artık onu ilgilendirmesin.
Bakın işte ben de yaşadım.
Ne yaşadıysam onu yaşadım.
Nasıl yaşadıysam öyle yaşadım!
Ve; BEN DE YAŞADIM!


Yukarıda anlattım ya; şükür, elleri ekmek tuttu….
Onların; o çocukların!
Suçumuz çok büyük olduğundan her biri bir bahane uydurup bizim kapıları unuttu…
Onların; o çocukların.
Eh…!
Herkes kendine uyanı yapar.
Meşrebine uyanı ve kendine yakışanı…
Allah selâmet versin!
Gidenlerin de kusurlarını affetsin!   


Aaaaaaaaaaaaaaaaa
ssssssssssssssss
Şimdi düşünüyorum da anamın beni kapmaya mı atmaya mı çalıştığını bir türlü çözemiyorum!? Ancak yine kanaatim şudur ki; her ikisini de yaptı. Bu alanda çelişkiler içinde kaldı. Özellikle kocasının sağlığında. Çünkü varlığım, var olmuş olmam O’nun düzenini bozuyordu. Tamamen ilişki kesip, mahrum etmeye de sanırım vidanı elvermiyordu.
            ********************



Kenan’ın Abdurrahman Meselesi.
Emmim Derede yoluma oturmuş

            ****************

Döndüğümüzde bir de ne görelim? Babamın bu arayışları her yere yayılmış. Tabii benim kazandığım da duyulmuş. Torpil ile ama torpil ile…
Dolayısıyla herkes bunu konuşuyor. “Benim okulu torpil ile kazandığımı,” torpil ile… Babamın bu gayretini takdire mecbur kalmamak için midir nedir bilmem. Bu dedikoduya Anam tepki gösteriyor o zaman! Ve asla kabullenmiyor. Reyini sanırım benden yana kullanıyor. Özellikle benden için; “O’nun kimi var da torpil yapacak? Allah’tan o kazanma işi Allah’tan…!” diyor. 
O sıralar babamın gayretinin dışlanıyor olduğunu akıl edemesem de Anamın bu yorumu hoşuma gidiyor. Öyle ya; torpil, morpil yok zaten ortada. Başarımın gölgelenmesine gönlüm razı değil hani. Ancak bu işin Allah’tan olduğu da doğru… Her şekil ise de. Ve öncelikle Allah’ın yardımı sonra kendi başarım… kaldı ki az mı yalvardım Allah’a
Evet; gerçekten de Önce Allah; sonra kendim! Hem zaten Babamın kimi var da kime torpil yaptırsın. bir – iki gün içinde hem de. Gariban bir köylü… Ekmeğinin derdinde… Sıradan bir kul ve “Allah’ının Adamı”…

            ******************

Zeki Çubuk’u aynı yıl “Yeni Dershane’nin” alt katındaki salonda büyük sınıftaki ağabeylere boksörler gibi yumruk atarken gördüm bi seferinde de hiç sevmezdim onları. Hatta karısını da… Bu yüzden mandolin çalmasında öğrenemedim.   
Aaaaaaaaa
Kkkkkkkkkk
33333
rrrrrrrrrrrr

                        *******************

.…………………………..
-iki yaşımdan sonrasını hatırlarım, hatta anamın beni sütten kestiğini bile..,.
-Karşı devrimin gizli kahramanlarında birisi de işte bu Mahmut efendi idi.
-daha geniş bilgi için gurbetteki vekile bakın
-Hiçbir talebim olmamasına karşın bu mal taksimat işi, daha doğrusu benim aradan çıkma, çıkarılma konumun kavgası yıllarca sürdü gitti.
Ta ki Mahmut ölene dek
Ortada maddi varlık bitene dek
Sürmemiş miydi?
Mahmut gitti
Mal bitti
Kavga tükendi, azan azar…
İyi de bunca yıpranmışlıktan sonra ne yazar              

“Sonra okuyup, adam olup, gurbete çıkmaktır.”
Deniz kurt_Ereğli….




Sonuç: Zeki Köy Çocuklarına El Atanlar!

Bizim yolumuz açıldı ancak heder olan çocuk pek çoktu. Hem köy çocukları, hem de şehirlerdeki fakir aile çocukları… Ancak bu heder oluş ülke kaynaklarıydı elbet.
Bu alanda bir boşluk vardı Ülkede…
Devlet görevini ya tam olarak yapmıyor, yahut yapamıyordu. Belki de iktidarın yeni sahiplerinin bu gidiş işine gelmiyordu. Dolayısıyla kapatılan Köy enstitülerinin yerine ikame edilen İlköğretmen Okulları da törpüleniyordu…
Böylesi bir ortamda el attı dinciler Zeki köy çocuklarına…
İlerleyen yıllarda ise şehirlerin varoşlarına…

Tam bu yıllarda bizim köylere de el attılar…
Nasıl mı?
Buyurun?

Bu konuya aslında “Zenginlerin Zeki Köy Çocuklarını Okutması:” başlığını düşünmüştüm önceden. Düşündüm de bu başlık oldukça masumdu. Zaten bu işler işte bu masum başlık altında yapılmıştı. Ülkedeki karşı devrim yani…
Atatürkçü bakış uyurken…
Ve Kuran bir kenarda dururken…
Bazen gizli, bazen sinsi, bazen açıkça…
O nedenle Zeki Köy Çocuklarına El Attı Dinciler!” diye değiştirdim başlığı.
Evet, devlet imkanları kısıtlı gibiydi. Yersen Yani.
Çocuklar okutulup eğitilemiyordu. Özellikle köy çocuklarının yolları açılamıyordu. Belki de özellikle açılmıyordu. Hatta açılanlar da kapatılıyordu. Bambaşka yollara zorlanıyordu ülke…
“Muaviyeci” bir gidişe…
Bu kitapta anlatmaya çalıştığım gibi ağırdı köylerde şartlar. Yaşam ortamı yani. Herkes bir kurtuluş peşindeydi.
Günümüz insanının sadaka arayışını, verilen sadakaya ve sadakacıya nasıl saldırışını bayılışını iyi bağdaştırın bu meseleyle!
Oysa devlet “sosyal devlet” olmalıydı.… Anayasamızdaki hüküm de buydu. Dinimiz de esasen buna uygundu.
Dinimiz sadakalarla sadakacılar dini değildi…
Köleler ve efendileri onaylamıyordu.
Dinimiz karşıydı buna…
Ortamdaki gidişat ise tam tersineydi din adına.
Ne yazık ki karşı devrimin şartları oluşuyordu ülkemde.

rrrrrrrrrr
kkkkkkkkkkkkk
lllllllllll

Bu çocuklardan vekaleten komutanlık seviyesine yükselenler kendileri gerçekten iktidarda sandılar. Yani eleştirmekte oldukları kapitalistleri devirdiklerini sananlar. O kendileri devirdiklerini sandıklarıyla uzlaşı içinde olunca farkeden neydi?
oooooooo
llllllllllll

            ******************

Bu başlık altında yazacaklarımı özlüce anlatan bir yorum geldi kitabımızın yazım aşamasında.  Yukarıda kendisinden bahsettiğim Rahmetli Eğitmenimin Yeğeni ve köyümüzün ilk kadrolu Öğretmeni Rahmetli Sayın Ali İhsan GÖKER Öğretmenimizin oğlu, Sn. Refik GÖKER’den. Bu yorumu aynen aktarıyorum buraya. Ve ben sadece bağlantısını kuracağım bizim Köy’ün çocukları ve istikbali ile…
“Mehmet Bey!
Ülkeyi yönetenler asıl ihanetlerini, devlet parasız yatılı okullarını kapatarak, fakir ailelerin çocuklarının okumalarını engelleyerek yapmışlardır.
Fakir ailelerin çocuklarına gidebilecek sadece Kuran Kursları ve İmam - Hatipler kalmıştır. Askeri okulları saymazsak ki, zaten öğrenci alım kapasiteleri son derece yetersizdir onların..
Özellikle Kuran Kursları olmak üzere, İmam – Hatipleri şimdiki dönemin yaratıcısı olan dinci hainler desteklediler. Zeki ve Fakir köy çocuklarını getirdiler ve bu okullarda kendi zihniyetlerince yetiştirdiler. Bu konuda Kuran Kursları ve İmam Hatiplerde müşterek çalıştılar. Bu okullar devletin şemsiyesi altında palazlandılar.
Bu çalışmalar neticesinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Atatürk’e karşı olan yeminli düşmanlar ürettiler. Bu üretim on yıllarca sürdü.. Hedef, Devlet’imizi Atatürk’ün soktuğu çağdaş uygarlığı yakalayıp geçmek yolundaki rayından çıkarmak idi. Bu işi başarabilmek için bu okullar, dinci hainlerin arka bahçeleri idi.
Şu an Türkiye Cumhuriyeti’ne egemen olan iktidar sahipleri, İşte bu dinci hainlerin açtıkları yatılı Kuran Kursları ve İmam - Hatip Okulları sayesinde ortaya çıkmışlardır.
Bugün görüyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti’ndeki iktidar, Allah ile kandırılmış insanların  oylarıyla  iş başındadırlar. Ve Devlet’i dönüştürenler, bu oy depoları sonucunda iş başarıyor ve servet ediniyorlar.
Dinci bir kapitalizm geliştiriyorlar… İnsanımızı gerçek İslâm’dan uzaklaştırıyorlar.”

            ********************

Yukarıda anlattığımız tarz çalışmalar, Köyümüzün çocukları üzerinde ben İvriz’e gittiğim yıllarda başladı. Giderek de yoğunlaştı. Bu bir çıkıştı elbet Bizim Köyün çocukları ve istikbali için elbette.
Ancak karşı devrimci güçler, elbet bu şartları çok iyi kullandı. Bu kayraktan da bol bol insan devşirdi işte o dinciler.
Çıkarlarına uygun eğittiler onları. Yanlış üzerine… Hattâ din adına bile. Din adına, “Muaviyeci Zihniye’te” uygun bir anlayışları dayadılar körpecik beyinlere… “Dindir” diye. Asla ve hakikate göre yanlış eğittiler… Yanlış eğitildiler… Sadece ileride kuracakları düzenlerine asker… Şimdilerdeki düzenleri ile gidişatlarına  peyker…
“Kimimiz fakirlik, kimimiz zenginlikle sınav olunuruz!” diyerekten!
Ve kamunun ortak mallarını, “küresel kapitalist sömürü düzenine” peşkeş çekerekten!
Din kurumunu sermayenin hizmetine vererekten!
Halklara köleliği, “atıntı toplayıcılığını” öğreterekten…
Kurtul kurtulabilirsen… hem o zihniyetler; hem bizler…
Bil ki “Allah’ın Hak Dini” bu değil.
Oysa Kuran’da söylenen zenginlik bu zenginlik değil.
Kamu mallarının güç sahiplerine buna peşkeş çekilmesi, “Yağma Hasanın Böreği” yapılması değildir senin dinin. Buna çanaklık edilmesi değil…
İnsan için tek hak emeğidir; sermayesi değil…
Durumu buraya sürdüler ama tokmak yoldadır unutmasınlar... Hakkettikleri tokmak… Hem de Hakk’tan gelmede… Hakikatten… Halin icabından… Rabb’in kurduğu kaderi ile sünnetullahından… Çıkarcılık ve zulüm payidar olmaz asla. Yolunda duruyor kör duvar; aman iyi tosla…(!) Kimse bunu unutmasın…! Unutmasın da bir an evvel aklını başına alsın!
Ve millet; “namazını dosdoğru kılsın!”
Ritüel biçiminden bahsetmiyorum; hakikisini dosdoğru kılsın!
Yani sıra paraya ve çıkara gelince halkın ve hakkın yanında dursun!
Hal da kendine gelsin; adam olsun!
Çıkara köleliği bıraksın; Hakk’a kul olsun!
Paraya, çıkara, düzene ve efendiye değil…
Yeter artık; çıkarcı şirk dininden dönüp kendine gelsin!
Kendi öz dinine, Kuran dinine…

Dolayısıyla; Müdafaa-i Hukuk teşkilatının ilk şubelerinden olan Bozkır Şubesini kuran neslin evladı, tamamen ters düştü bizzat kendi öz atasına. Hattâ fark edemedi bile ters düştüğünü.
Tüm ülkede durum buydu ve aynıydı. Daha sonraki yıllarda ise varoşlara yöneldi bu insanlar... Engelleyebilen olmadı.
Nihayet, Atatürk’ün arzuladığı fikri hür, vicdanı hür, analitik düşünebilen aydın dindarlar yetişemedi maalesef ülkemizde.
Ve “Muaviyecilik” tekrar hortladı.
Üstelik küresel sermayeyle uzlaştı.
Faşizan öğelerle beslendi…
Dini küresel kapitalizmin emrine bağladı.
Servet ve saltana köle eyledi.
Ve böylece;
Tepeye doğru gidildikçe güçlenerek çoğalan katmerli bir servet…
Kendi adamlarına yukarıdan aşağı dağıtılan çıkar ve ulûfelerle kurulan o saltanat…
Kuran’ın ifadesiyle, “biriktirenlerin o biriktirdikleriyle dağlanacakları” bir servet…
“Kamu hakkının hak sahiplerine erişmesini engelleyen” bir devlet…
Halka yüklenen fakirlik ile o zillet...
Çarpıtılan “sadaka kavramı” ile körlenip, köleleştirilen bir millet…
“Atıntı” kapmaktan hoşlanan nice illet…
Yağmurlu yolları beraber yürüyenlerin kurdukları işte bu saltanat.

İyi kılın namazlarınız… Tutun oruçlarınızı… Göstere, göstere halk önünde.
Doğal değil de, gösteriş yerinde…
Umarım suratlarınıza çarpılmaz o namazlar “din gününde”.
Hadi canım sen de; hadi canım sen de…
Yahudiliği bir güzel tanımlayanlar hani; hani nerede…? 

Eh, Allah hakkımızda hayırlısını versin!
Şahsımızı da onlara eş, yardımcı ve yardakçı etmesin!

gggggggggggggggg
mmmmmmmmmm
llllllllllllllllll

Köy okulları bir bir kapandı. Köylerdeki ışıklar söndü. Bu misyonu imamlar üstlendi. Konuyu nötr işle… Laikçi kesimin sıradan Müslümanlara da bilerek veya bilmeyerek baskı yapmışlıklarını.
Makul bir yola oturulmanın gereğine,
Yoksa ülkemizdeki tehlikenin büyüceğine.  



Rantiye Halkın Malıdır!

Çeşitli makalelerimde zaman zaman kıyısından köşesinden işlesem de tam olarak yazamadığım, dolayısıyla uzun zamandır yazmayı tasarladığım bir makale vardır. O da rantiyenin kamu malı oluşuna dairdir. İşte o makalenin kısa bir özetini sizlerle paylaşmak istiyorum burada!
Bu konuya kısaca değineceğiz ki, daha iyi anlaşılsın maksat. Çünkü saltanat ve servet sahiplerinin el atıp göstere göstere çaldıkları en önemli kamu malı rantiyedir.
Rantiye nedir?
Llllllllll
Kkkkkkkk

Bozkır=Boz!+kır> coğrafi olara yerin değil, eylemsel olarak oymağın adı.

Anamla Bamın Yokuğu

            İşlevsil anlamdaki anamla babam gidince işler benim açımdan bir hali zora vardı. "Zora varmak" ne kelime? Tamamen sarpa sardı...

ggggggggggggggg

            buraya siristat komda yayınlanmayan ve agedenler anamla babadı konusundan kelien yeri yükle!

Ben de Yaşadım!

Ben de Yaşadım!

Ancak bu kitapta zaman zaman andığım tarz olay ve olgularla birleşen yaratılış özelliklerim, birçok zaaf noktaları ve bir kısım hassasiyetler geliştirdi kimliğimde…
Bu anlamda aklıma gelenler:
-Mümkün Mertebe kendi kendime yeterli olma çabası…
-Yine mümkün olduğunca mihnet, daha doğrusu yük altına girmekten kaçınma ve bu anlamda mihnet etmeme…
-Mümkünse verici olma ancak iane, özellikle başa kakılması muhtemel yardımları kabul etmeme ve bunlardan özenle kaçınma… Böylece aşırı derece eğintisizleşme… Bu anlamda gerekirse kendimin olan değerlerden dahi vazgeçme…
-Öğretmenlik vasfımla ideallerimi ayrık tutmak kaydıyla: Neredeyse insanlara yaranma derecisine varan aşırı verici tavırlara yönelme… Hak etmeyenlere gereğinden fazla değerler verme… Sonuçta ise çiğnenme…
-Andığım bu aşırı vericilikten sonra karşılanmayan dostluk beklentilerim nedeniyle aşarı kırılganlık ve alınganlıklar gösterme…
Ancak zaman içinde bu yöndeki zaafımı “Allah için vermek” biçimde özetlenebilecek bir yöne kanalize etmeye çalıştıysam da, başarı derecemi bilemiyorum.
-Göz göre göre, adeta salaklık derecesinde ve kendime ağır hasarlar verecek biçimde iyi niyet kullanımlarına girişme…
-Gerçek hayat anlamında nice alanlarda körleşme… Dolayısıyla gerçek hayatın gereklerini görememe…Bu anlamda, burnumun ucundaki olanakları bilememe...
-Kendi özümden tavizler vererek başkalarının çıkarlarını öne alma, bununla bağlantılı olarak, gönlümün istediğinden ziyade, çıkarcı olmamak anlamında işin icabına uygun davranma gayreti geliştirme…
-Başka insanların ne diyeceklerini çoklukla önemseyen bir hayat tarzı benimseme…
-Gerek andığım, gerekse anmadığım bu vb. tüm bileşenler karşısında kendi hedeflerimi ve gücümü tam tayin edememe… Yapabileceğimin çok çok gerilerinde hedefler belirleme…
-Para ve mevkiiyi  hayatın odak noktasına almama, alamama…
Buradan hareketle söyleyebilirim ki; eskiden beri zenginleri sevmem ben… Hiç kimsenin gelip geçici varlıklarına bırakın hasedi,  imrenmedim bile…
Onların mallarıyla kibirlenmelerini, insanlara tepeden bakmalarını, şâşaa, gösteriş ve debdebelerini… Caka fiyaka ve çalım satma ile satanları… Ve aynı tarz hareket edenlerle bu konumdaki para, mevkii ve makam sahiplerini… Bu tıynetteki insanları ve bu insanlarla onların durumlarına öykünenleri asla sevmedim!
Sadelikle içtenliği severim ben…
-Ne var ki bu konularda da aşırılaştım belki…
 Mesela bol bol harcamayı, döküp saçmayı değil, gıdım gıdım harcamayı severim. İşin gereğinden kaçınmasam da gerekmedikçe zerreyi dahi israftan hoşlanmam. Pazarlıkçılığım vardır. Bir de ucuzunu aramak… Mümkün olduğunca iyisinden ama...
-Gelişmeler karşısına bir an önce ve en kısa yoldan kendi ekmeğimi kazanıp, kendi çapımca küçük bir yuva kurmaya yönelme… Ama ne yönelme…?! Israr ve önemle… Ki adeta aile yaşamındaki kendi batışımı kendim çanaklama…
Durum bu olunca İvriz İlköğretmen Okulu bittiğinde Üniversiteye gitmek gibi bir fikrim bile olmadı asla! Nitekim Hukuk Fakültesine gitmeyi tam 13 yıl öğretmenlik yaptıktan, 3 çocuk sahibi olduktan hatta analarından boşandıktan sonra akıl edebildim anca…!
Gerçi bunun da bir hayrını görmedim; o da neyse…!?
Ki Türkiye’deki hukuki ortama da intibak edemedim kesinlikle…
Özellikle avukatlığa…
Camiadaki çıkarcı çarka…
Hatır gönül ilişkisine ve onca katakulliye…
Hak arama yerindeki onca haksızlık ve hukuksuzluklara…
İntibak edemedim kısaca…
Yeterince karşı da duramadım kendi şartlarımca…
Bir de özel hayatımdaki hengamelerle birleşince…
Kendimi her zaman bir öğretmen olarak buldum sadece…

Ve durum böyle oyunca… 
Kendimi bildim bileli ve kendi bildiğimce:
İyi niyet ve merhametten ayrılmadım asla!
Hak gördüğüm yerden ve işin icabından kıvırtmadım kesinlikle!
Hak bildiğim hiç bir şeyin arkasından çekilmedim. Çıkarımın değil, hakkın arkasında durdum; ona destek oldum. İyiden, iyilik ve güzellikten yana oldum sadece.

Mevki, makam, para, pul hırsına tutulmadım!
Kimsenin malına, mülküne haset etmedim!
Bırakın hasedi, gıpta bile etmedim.
Sadece sıcak bir yuvaydı gıpta ettiğim; onu da asla bulamadım.
 
Çıkar ilişkileri kurmadım!
Asla çıkar peşinde gitmedim!
Kimseyi kullanıp, kimseyi harcamadım.
Kimseyi dışlayıp, ötelemedim!
Ne var ki ben yaklaştıkça dışlayanları daha da çok dışladım!
Esasen çok kırıldım, çok gücendim ancak kesinlikle kin gütmedim!
Elimden geldiğince faydaya ve faydalı olmaya çabaladım.
Gerçi kimseye de yaramadım!

Her şeye rağmen bu kadar becerdim.
Laf ebeliğini bıraksın!
Daha iyisini beceren beriye gelsin!
Gelsin de ölçüsünü versin!
Ezbere Ahkâm kesmesin!
Aklı olan kendine baksın!
Gözünden merteği çeksin de baksın!

Bakın; işte ben de yaşadım.
Ne yaşadıysam onu yaşadım…
Nasıl yaşadıysam öyle yaşadım…!
Daha nice nice…
Ama, aynen böyle yaşadım!
Hasılı: Ben de yaşadım!
                                                                            Mehmet DURAN